öyle bir geçer zaman ki
Her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanmak kolaydır. Pollyanna'cılık oynamaktır kimi için; kimine göre kadercilik.
Ben hiç boşanma görmedim. Mutsuz ve sürekli kavga eden anne baba, ağlayan bir küçük kardeş, ne bileyim, araya girip asla var olmayacak bir huzurun umudu uğruna -veya sadece kardeşini güvende hissettirmek ve tutmak uğruna, kim bilir- kendini, belki fiziksel belki ruhsal sağlığını tehlikeye atan; yaşından büyük sorumluluklar almış büyük kardeş, arada gelip anneye kaynanalık eden bir babanne falan yoktu bizim evde. Annemin hiç görümcesi olmadı mesela. Görümce ne demek bildiğime de emin değilim gerçi. Veya 'elti' ne demek? Kelimeyi duyduğumda bileğindeki az işçilikli ince altın bileziklerin şıngırtısının kulağıma gelmesinin sebebi, sözcüğün sahip olduğu harflerle altın kelimesinin uzaktan kuzen gibi görünmesinden kaynaklı olabilir pekala, fakat burnuma gelen gül suyu kokusunu kim açıklamak ister?
Hiç kuzenim olmadı benim. Tamam, yalan söylemeye gerek yok, bir sıra vardı. Benden yalnızca 1 buçuk yaş küçük, benimle aynı şeyleri seven, tüm vaktimizi birlikte geçirdiğimiz en yakın arkadaşım. Çocukluk aklıyla kaç ay, yıl, mevsim öyle kaldık saymadım. Bana tüm çocukluğum gibi geldi, uzunca bir süreydi, fakat küçükken yaşadığımızı hatırladığımız günler; bazen saatler, bazen aylar gibi gelir. Birlikte olan anılarımızın ömrü, zihnimde kalana kıyasla az olabilir, belki de çok az.
İki kardeşin torunlarıydık biz, fakat o zamanlar bunun ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Korkunç bir anlama geliyor olmalı ki aslında gerçek kuzen olmadığımızı fark ettikten kısa bir süre sonra benimle asla eskisi gibi konuşmadı. Onlarda kalayım diye annesine yalvarmıyor, küçük erkek kardeşinin yaramazlıklarından bahsetmiyor, en derin sırlarını paylaşmıyordu.
Hiç halam olmadı mesela. Gerçi hayır, vardı; benim değil, annemin halası. Bana birkaç kalın tutam ip getirip onlarla saç örmeyi, gece yanında yatırıp uyumadan önce dua etmeyi öğreten kadın. Eşi vardı mesela, bana hep masal anlatırdı; hep kedinin fareyi kovaladığı o aynı masalı anlatırdı ama hep aynı heyecanla dinlerdim. Kimse bana farklı masallar da olduğundan bahsetmemişti.
Dizilerde gördüm ben aileleri. Anne yemek yapar, evi çekip çevirirdi. Baba işe gider, yorgun gelir, yemeğini yer, gazetesini okurdu. İdeal mutlu aile sahneleri izlediğimi yine de pek hatırlamam. Hatta soracak olursanız, izlediğimi hatırladığım tek bir dizi vardır: Öyle Bir Geçer Zaman Ki.
Osman karakteri, benim 'televizyon arkadaşım' idi. Onunla konuşmazdım, o benimle zaten konuşmazdı; ama tanırdık birbirimizi. Yakın arkadaştık hatta, evde bir bağrışma olduğu vakit aynen onun bana öğrettiği gibi masanın altına saklanıp kulaklarımı kapatırdım.
Diziyi Osman karakteri ve kaotik aile sahneleri dışında pek hatırlamıyorum. O yüzden kendimi diğer karakterlerle pek bağdaştıramıyor olmam normaldir, hoş, kendimi aldatılan Cemile veya sinir krizleri geçirip evi yakmaya çalışan Mete ile bağdaştırabilmek ister miydim bilmem.
Günün sonunda büyüdüm. Ortaokulda günlüğümü yanımda taşıdığımı hatırlıyorum. En son sanırım o zamanlar düzenli olarak bir şeyler yazıyordum. İçinde her ergenin yazacağı türden şeyler vardı; hoşlantılar, mutluluklar, kaygılar, korkular ve anılar.
Bir gün kendimi yakın sandığım arkadaşlarımdan biri sıramın altından günlüğümü çekip koşarak uzaklaşmaya başladı. Hiç yerinden kalkmayan biriyken peşinden koşup okuyamadan elinden almam birkaç saniyeden fazla sürmemişti. Evde saklayacak güvenli bir yer bulamadığım için hiç yanımdan ayırmadığım en değerli eşyamı, yanımdayken de koruyamamıştım. Sanırım o günden sonra azalttım yazmayı, kim bilir.
Yıllar sonra buldum o günlüğü. 12 yaşındaki biri için yazarlığım hiç fena değilmiş. Şimdiki halimle götürüp bir psikoloğa okutsam ağlar herhalde. Muhtemelen abartıyorumdur, ağlayan psikolog mu olur?
Yazmayı bıraktıktan 1 sene kadar sonra olması gerek, ailem tırnaklarımı yediğim gerekçesi ile -gerekçenin bu olmadığının farkında fakat sesli konuşamayacak kadar korkaktık- beni ilk kez psikoloğa götürdü. Ülkenin en iyi psikiyatri merkeziymiş, haftada bir görüşüldüğü takdirde asgari ücretin yarısını vermeniz gerekiyordu. Neyse, 3. seansta ben ilk kez ağladım, bir baktım psikolog olacak kişi de ağlıyor; üstelik peçeteyle gözlerini silerken bir de bana çaktırmamaya çalışıyor. O an anlattıklarımın ağırlığıyla gayet normal gelmişti, üstelik kapıdan çıkıp ailemin yanına geçeceğimiz sıra söylediği 'hadi gülümseyelim' cümlesi sadece tatlı bir tavsiyeydi. Son kez o zaman psikoloğa gittim.
Devam etseydim her şey daha farklı olur muydu, diye düşünür müsünüz hiç? Spora devam etseydim şu an vücudum bambaşka görünürdü, çalışmaya devam etseydim daha başarılı olurdum, o ilişkiyi bitirmeseydim belki evlenmiş olurduk... Düşünmeyin. Şu an vücudunuz bambaşka görünmüyor, aynı zamanda o devam etmediğiniz spor yüzünden sakatlanmadınız. Bıraktığınız o işte daha başarılı olmadınız, böylece çok daha büyük bir başarısızlığa düşmediniz. Hayatınızın aşkı sandığınız kişiyle sizi ayıran o sebep; evli, 5 çocuklu bir yuvayı değil, o noktaya gelmeden önce sadece ikinizi dağıttı.
Her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanmak kolaydır. Pollyanna'cılık oynamaktır kimi için; kimine göre kadercilik. Daha kolay olan ise gerçekleşmemiş potansiyelleri düşünerek bugünün potansiyeline ulaşmasını da engellemektir. Konfor alanınızdan çıkmayın. Hayatınızın ne kadar güzel olabileceğini sayıklarken bugün güzelleştirme şansının yavaşça batıp yerini mehtaba bırakmasına izin verin. Böylesi çok daha kolay.
Osman'a ne oldu peki? Hakkında bir sürü farklı haber aldım. Doğrusunu duymak istiyorsanız, en inandırıcı olanı; onun da büyümüş olduğuydu. Kim bilir, belki de o da bir yerlerde blog yazıyordur.
Yorumlar
Yorum Gönder